Persona Film İncelemesi ve Özeti




      PERSONA 


Persona Ingmar Bergman'ın yönetmenliğini yaptığı 1966 yapımı bir İsveç filmidir. Başrollerde Hemşire Alma rolüyle Bibi Anderson, Elizabeth Vogler rolüyle ise Liv Ullmann karşımıza çıkar. Filmde birçok felsefi unsur bulmak mümkündür. Öte yandan Persona filminin psikanalitik kuramla olan yakından ilişkisi dikkat çeker. Öyle ki ilerleyen yıllarda Ingmar Bergman Persona filmini yönettiği en önemli filmler arasında kabul edecektir.

Not: Filmi daha iyi anlamak için Ingmar Bergman'ın hayatına değinmenin elzem olduğu görüşündeyim. Bu sebeple bu yazıda Ingmar Bergman'ın hayatına ilişkin bilgilere de yer vermiş bulunuyorum.

Filmden Kareler


INGMAR BERGMAN



Ingmar Bergman 14 Temmuz 1918'de İsveç'in güneydoğu kuşağında bulunan Upssala kentinde protestan bir papaz olan Erik Bergman ile Karen Bergman'ın oğlu olarak dünyaya gelir. Ingmar, koyu Lüteryen bir ailenin çocuğu olmanın etkilerini hayatı boyunca üzerinde taşır. 
Henüz çocukken karşı karşıya kaldığı inanç kavramı, ilerleyen yıllarda Tanrı'yı sorgulamasına yol açacak ve konuyla ilişkin şu sözleri söyleyecektir:
"Umarım dindar olacak kadar yaşlanmam."


Otoriter bir ailede yetişen Bergman, çocukluk anılarının da bulunduğu "Büyülü Fener" isimli otobiyografisinde şu sözlere yer verir: "Şimdilerde annemle babamın çaresizliğini anlayabiliyorum. Herkesin gözü papaz ailesinin üzerindedir; onlar adeta bir tepsinin üzerindeymiş gibi yaşarlar. Papaz evinin kapısı cemaatine hep açık olmalıdır. Cemaatin eleştirisi ve yorumları bitmek bilmez. Annem ve babam bu mantıksız baskının altında ezilen mükemmelliyetçi kişilerdi. Çalışma günlerinin başı sonu belirsizdi, evlilikleri çetindi ve öz disiplinleri demir gibi sertti."

Küçüklüğünden itibaren cezalara ve yasaklara maruz kalan Bergman'ın hayatı ilerleyen yıllarda adeta bir başarı serüveni niteliği kazanır. 2005 yılında Time dergisi tarafından dünyanın yaşayan en büyük yönetmeni olarak nitelendirilir. Bugüne kadar çektiği onlarca film, aralarında Stanley Kubrick, Woody Allen, Andrei Tarkovsky gibi usta isimlerin bulunduğu bir kitleyi etkilemiştir. Dokuz kez en iyi yönetmen dalında Oscar’a aday gösterilmiş, 1960, 1961 ve 1983’te en iyi yabancı film ödüllerini almıştır.Yönetmenlik, senaristlik ve yapımcılık kimliklerinin yanı sıra tiyatro geçmişi de bulunan Bergman'ın üretkenliği şüphesiz ki çoğu filminin iskeletini kendi yaşam tecrübeleriyle oluşturmuş olduğundandır.

"İmgeler" isimli kitabında bu durumu şu şekilde açıklar: "Yetersiz kaldığım sözcüklerden, yeteneksiz olduğum müzikten ve pek ilgi duymadığım resimden farklı bir dil aracılığıyla kendimi açıkladım."

 Filmlerinde kendini açıklama gayesi güden  Bergman'ın çok yönlü yapısı onun sanatsal kişiliğini günden güne besleyen en önemli faktör haline gelir. Yaşamı boyunca hep üretken ve özgün filmler yapmış ve birçok başarıya imza atmış Ingmar Bergman 30 Temmuz 2007'de hayata gözlerini yummuştur. 





          PERSONA FİLM İNCELEMESİ VE ÖZETİ
Ingmar Bergman yaşamı boyunca çeşitli hastalıklarla baş etmek zorunda kalmıştır. Bu konuyla ilgili  Sihirli Fener adlı otobiyografisinde şunları söyler:

"Ne olduğu pek anlaşılamayan birkaç hastalık da geçirdim ve yaşamak isteyip istemediğime bir türlü karar veremedim. O zamanki durumu bilincimin derinliklerinde anımsayabiliyorum: Bedenimdeki salgıların kötü kokusu, sert, nemli, batan elbiseler, gece lambasından yayılan yumuşak aydınlık, bitişik odaya açılan aralanmış kapı, dadının derin soluklan, pıtır pıtır adımlar, fisıldaşan sesler, güneşin sürahideki suda yansımaları. Bunların tümünü anımsayabilirim ama hiç korku anımsamıyorum. Korku sonradan geldi."

Bergman 47 yaşındayken bir iç kulak enfeksiyonu geçirir, çocukluğundan beri yaşadığı baş dönmeleri peşini bırakmamıştır. Doktor, tavana bir nokta çizer. Bergman sabit bir şekilde o noktaya bakarak baş ağrısını dindirmeye çalışır ama fayda etmez. Baş ağrısı geçmeyince noktaya bakarak iki yüzün birbirine karıştığını hayal etmeye başlar ve bu biraz olsun ona yardımcı olur. Kafasını döndürüp pencereden dışarı baktığında bankta yanyana oturan hasta ve hemşireyi görür. Persona'nın düşünsel taslağı tam da bu noktada ortaya çıkacaktır. Bergman Persona'nın senaryosunu hasta ve hemşire ikilisi üzerine odaklar. Birbirine karışan yüzler ise Persona'nın başlıca konusu olacaktır.

 
Filmden Kareler










 
Filmin açılış sahnesinde saniyelik olarak çizgi film, film şeridi, örümcek, kanı akıtılan koyun, çivili bir el ve erekte bir penis görüntüsü geçer. Böylelikle Bergman daha filmin ilk dakikasında izleyiciyi şaşırtmayı başarır. Kullanmış olduğu bu metonimler izleyiciye bunun yalnızca bir film olduğu mesajını vermek için özenle seçilmiş kesitlerdir. Üstelik hikayenin konusuna da değinen bir ipucu özelliği taşır. Filmde hasta olan Elizabeth bir tiyatro sanatçısıdır. (Bergman'ın tiyatro geçmişi göz önüne alındığında bu durum hiç de tesadüf değildir. Bergman diğer filmlerinde olduğu gibi Persona filmine de böylece kendinden bir parça katmıştır. ) Elizabeth Elektra oyununu sergilerken aniden susar. Doktoru Elizabeth'in susmasının psikolojik veya fiziksel bir rahatsızlıktan ötürü olmadığını, bilinçli bir tercih olduğunu söyler ve Elizabeth'e bakması için hemşire Alma'yı görevlendirir. ( Elizabeth'in Elektra adlı oyunu sergilerken susması da rastlantısal değildir. Elektra mitolojide babasının intikamını almak için annesini öldüren bir karakterdir. Elizabeth tam da o sırada herkesten gizlediği kendi gerçekliği ve Elektra karakteriyle bağ kurmuş, bundan rahatsız olup susmayı tercih etmiştir. 

Persona filmiyle ilişkin Ingmar Bergman şöyle der: "Bir gerçeklik krizi beni, düşüncemi açıklamaya yöneltti. Gerçek nedir ve kişi ne zaman gerçeği söylemelidir? Cevabı o kadar geç geldi ki, sonunda gerçekliğin tek biçiminin sessizlik olduğunu düşündüm. Sonunda bir adım daha ileri giderek, bunun da bir rol, bir cins maske olduğunu keşfettim"
Filmden Kareler


Bu sözler Elizabeth'in susmasının da bir rol, bir çeşit maske olduğunun vurgusunu yapar. Filmde Elizabeth ve Alma isimlerinin bile bir anlamı mevcuttur. Alma ruh, Elizabeth ise Tanrı'nın kızı anlamına gelir.

Doktor Elizabeth'e şu sözleri söyler: "Benim anlamadığımı mı sanıyorsun? Var olmak denilen o umutsuz düşü… Olur gibi görünmek değil, var olmak. Her an bilinçli, tetikte… Aynı zamanda başkalarının huzurundaki varlığınla kendi içindeki varlık arasındaki o yarılma… Baş dönmesi ve gerçek yüzünün açığa çıkarılması için o bitimsiz açlık… Ele geçirilmek, eksiltilmek ve hatta belki de yok edilmek… Her kelime yalan… Her jest sahte… Her gülümseme yalnızca bir yüz hareketi… İntihar etmek? Hayır. Fazlasıyla iğrenç… İnsan yapamaz ama hareketsiz kalabilir, susabilir. Hiç değilse o zaman yalan söylemez. Perdelerini indirip, içine dönebilir. O zaman rol yapmaya gerek kalmaz, bir kaç farklı yüz taşımaya ya da sahte jestlere. Böyle olduğuna inanır insan. Ama gördüğün gibi gerçeklik bizimle dalga geçer. Sığınağın yeterince sağlam değil. Her tarafından yaşam parçaları sızıyor ve tepki vermeye zorlanıyorsun. Kimse gerçek mi yoksa sahte mi diye sorgulamıyor. Kimse sen gerçek misin yoksa yalan mısın demiyor. Bu sorunun yalnızca tiyatroda bir önemi olabilir. Belki orada bile değil. Seni anlıyorum Elisabeth, susmanı anlıyorum. Hareket etmemeni anlıyorum. İsteksizliğini fantastik bir sisteme bağlamışsın. Anlıyor ve hayranlık duyuyorum. Bitene kadar bu oyunu oynamalısın. Ancak o zaman bırakabilirsin. Tıpkı diğer rollerini bıraktığın gibi bunu da yavaş yavaş bırakırsın.”
Bu sözler filmin temasını özetler niteliktedir. Doktoru Elizabeth'e hastanenin iyi gelmediğini ve hemşire Alma ile birlikte kendi yazlığında kalabileceğini söyler ve beraber yazlığa giderler. Alma'nın amacı Elizabeth'in konuşmasını sağlamaktır ama bir süre sonra hasta - hemşire kavramları birbirine karışacaktır. Alma'yı Elizabeth'i konuşturmak için sürekli konuşurken görürüz. Kendi dünyasını Elizabeth'e tüm çıplaklığıyla açar boyuta gelir. Artık hangisinin hasta hangisinin hemşire olduğunu anlamak güçtür. Alma'nın Elizabeth'e anlattıklarından kürtaj yaptırdığını öğreniriz ve bu durum film henüz başlarken küçük bir çocuğun ikisinin yüzlerinin karıştığı bir ekranı okşamasını açıklar. O çocuk Elizabeth ve Alma'nın istemediği çocuktur. Elizabeth ünlü ve göz önünde olan bir tiyatrocudur ve tek eksiği çocuk doğurmasıdır. Ondan beklenileni yapar ve hamile kalır ama bebeği içinde büyüyüp,  vücut şeklini değiştirdikçe ondan nefret eder boyuta gelir. Bergman'ın hayatına bakıldığında ilk sahnelerde gözüken çocuğun iki adet anlamı olabilir. İlki o çocuk Bergman'ın nefret ettiği küçük erkek kardeşidir. Sihirli Fener adlı otobiyografiye bakıldığında kardeşini öldürme düşüncesine girecek kadar nefret etmektedir. Ve belki de, Persona filminde Bergman'ın kardeşi o çocuk karakter olarak karşımıza çıkar. 


Öte yandan, o küçük çocuk Bergman'ın kendisi de olabilir. Şöyle ki, Bergman oedipus kompleksi yaşadığına dair izler taşır. Annesine aşık bir tutum sergileyen Bergman şunları söyler: 
"Çocukluk fotoğraflarıma eğilmiş, büyüteçle annemin yüzünü inceliyor, çoktan silinmiş duyguların içine sızmaya çalışıyorum. Evet, annemi sevdim ve bu fotoğrafta geniş alnının ardında ortadan ayrılmış gür saçları, oval tatlı yüzü, duyarlı ağzı, koyu renk, biçimli kaşlarının altındaki sıcak içten bakışı ve küçük elleriyle annem çok çekici." 

Filmden Kareler
Bergman'ın istenmeyen bir çocuk olarak dünyaya geldiği de göz önünde bulundurulursa, o çocuğun Bergman'ın ta kendisi olma ihtimali oldukça fazladır. Bergman'ın annesine düşkünlüğü çoğu filminde karşımıza çıkar. Yaban Çilekleri buna örnek olarak verilebilir. Bergman'ın bu yönüyle auteur bir yönetmen olmayı hak ettiğini söylemek sanıyorum ki yanlış olmayacaktır. 

Filme dönecek olursak; Elizabeth'in çocuğundan nefret ettiğini bir tek hemşire Alma görebilmektedir. İkisinin yüzleştiği bir sahnede aynı replik tekrarlanır. İlkini Alma'nın amorsundan gördüğümüz halde ikincisini Elizabeth'in amorsundan görürüz. Burada Ingmar Bergman "dinlenilen ve anlatılan şey aynı değildir." vurgusunu yapar. Bu da gündelik yaşamındaki kendi bireysel düşüncesidir. Bergman görüldüğü üzere filmin içine kendi dünyasını parça parça katmış, izleyiciyle dünyasını paylaşma cesareti göstermiştir.


Yorumlar